5 Temmuz 2009 Pazar

Al Bir de Burdan Yak


Tekirdağ Velimeşe İlköğretim Okulu.
Muhtemelen hiç birinizin bilmediği, Türkiye’nin orta düzey bir şehrinin, küçük bir kasabasnın sıradan bir ilköğretim okulu.
Peki, bu okulu hakkında konuşulur yapan ne?

Türk Milli Eğitiminin amaçlarından biri; Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı,
Türk Milletinin millî, ahlâkî, insanî, manevî ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan; insan haklarına ve Anayasa'nın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmek.

Af buyurun, amacım bu tür uzun cümlelerle sizi yormak değil. Uğraşım; Milli Eğitim adı altında çocuklara lanse edilmeye çalışan şeylere karşılık, Atatürk’ün Milli Eğitim kavramıyla bizden istediklerinin neler olduğunu bir kez daha hatırlatmak. Çok değerli Milli Eğitim bakanlarımıza tabiî ki sözüm yok, gerek Hüseyin Çelik, gerek Nimet Çubukçu. Okullarda Atatürk büstlerinin kırılması veya sınıflardan Atatürk fotoğraflarının kaldırılması onların tamamen kontrolü dışında.

Atatürkçülük ve/veya milliyetçilik yaptığımı söyleyenler olacak şimdi. Bugün yılandilliyiz ama Atatürkçülükle, Atatürk milliyetçiliğini aynı şeyler, onu geçtik milliyetçilik kavramını gazetelerde -ki okurlarsa- veya televizyonlarda gördükleri ya da onlara söylenen şekliyle bir ırkın katliamı, bir soykırım olarak nitelendiren ahmaklara değil bu anlattıklarım. Onlar lütfen sağ üstteki çarpı simgesine ivedice uzansınlar.

Yüce affınıza sığınarak konuma devam ediyorum.
Velimeşe İlköğretim Okulu’nu kendinden bahsedilir yapan, öğretmenlerin ve onların biricik öğrencilerinin okulda -adına yakışır- birer Türk olarak yetişmesi, yetiştirilmesi.

Günümüz insanının en büyük problemlerinden biri olan ‘kültürel yozlaşma’ yı önlemek için yapılacak her şey mevcut bu okulda. Öğretmenler Türkçenin yozlaşmasını engellemek amacıyla kurulmuş derneklere, internet sayfalarına üye.

Okulda ticari getirim sağlama amacı yok, efendim. Aksine okulda maddi yetersizlikler var, bir kasaba okulu en nihayetinde. Ama tiyatrolar, sunumlar, projeksiyonlar eksiksiz ve okulun tamamı öğrencinin yararına. Öğrenciler, kendi fikirlerini oluşturabilecek ortama sahipler ve bu fikirlerini serbestçe dile getirebiliyorlar.



Köy Enstitüleri geldi aklıma. ‘Özgür Ansiklopedi’miz der ki ilkokul öğretmeni yetiştirmek için açılmış okullardır. Ekler; projeyi, milli eğitim bakanı Hasan Ali Yücel bizzat yönetmiştir.(!) Her şeyi devletten beklemeyin, araştırın, Türk milletinin kaçırdığı eğitim fırsatından haberdar olun, sayın milli eğitim bakanlarımız gibi eğitimsiz kalmayın.

Parazit gibi girdi arada enstitüler. Okumaktan da yoruldunuz, farkındayım.
Buyurun, o okulun naçizane öğrencilerinin temiz duygularıyla biraz da siz tütsülenin.
İyi akşamlar dilerim okuyucum.
Selam ile.


4 Temmuz 2009 Cumartesi

Ölümün Şairi - Özdemir Asaf


Asıl adı Halit Özdemir Harun.
Galatasaray Lisesi öğrencisi, Kabataş Erkek mezunu.
Sigortacı, çevirmen, matbaacı..
Sevenlerinin deyimiyle ise “ saatinin akrebi ve yelkovanı olmayan şair” idi.

"Bir bakmışsın saat üç,
bir bakmışsın saat hiç" dizeleri anlatır Asaf’ı. İki cümle, binlerce anlam.

Özdemir Asaf, okuyucusuna yoğun bir duyarlıkla, çarpıcı sözcükler seçtiğini sezdirmeden, küçük dizeler halinde kısa özdeyişler verdi. Kimini yaşadığı deneyimlerden, kimini izlenimlerinden esinlenerek bilgece dörtlükler yazdı. Çağıyla ve toplumuyla hesaplaşmalarda, buruk öfkesini içinde saklayan yeni taşlama biçimleri geliştirdi. Gün oldu şiirleriyle kafa tuttu, gün oldu sevgilinin dilinden dökülen sözcüklere kaynak oldu. Bunlar yetti mi? Hayır. Bilgelik, özlülük, duygululuk toplumsallık, paylaşım, hoşgörü üzerine özdeyişler de kaleme aldı. Sezdirmeden, abartmadan. Şiirlerinde olduğu gibi özenle seçtiği sözcükleri bir araya getirerek. Üstelik şiir tadında. Üstelik bilgece.

Ama kimilerine göre anlamsızdır Asaf, yüklemleri ‘sevmeyor’dur, Asaf ‘gülmeyor’ dur, Türkçe’yi katlediyordur. Kelimeler altın sanki, Asaf kullanamıyordur. (bkz. kedinin uzanamadığı ciğer.)
Buyurun size Asaf’ın kullanamadıklarından bir kesit:

“Bir gün yüksek bir yere çıkıp konuşmaya başladım.
Doğumdan, yaşamdan, sevgiden, ölümden söz ettim.
Sevgi, sevmek sizin elinizdedir.
Oysa öbürleri elinizde değildir, dedim..
Doğmamak, ölmemek sizin elinizde değildir, dedim.
Sevgisiz yaşamak yaşamamaktır dedim.
Yaşamak, dedim, ilkin sevgi ile, sevmek ile başlar, doğumla, doğmakla değil..
Yaşam da sevgisizlikle biter dedim, ölümle, ölmekle değil..
Şimdi sizlere “seven ölmez” diyorum..
Yaşamakla ölmek konularının kavramları arasında sizleri, kendinizi yeniden gözden geçirmeye çağırıyorum dedim ve indim.
Dinleyiciler arasında büyük bir kavga çıktı.
Üç kişi öldü.
Sordum, soruşturdum.
Ölenlerden biri “evet, seven ölmez” diyenmiş.
Öbürü buna karşı: “hayır, seven de ölür” diyenmiş.
Ya üçüncü ölen? Deye sordum.
O mu? Dediler, anlattılar.
O, bunların ikisinin arasındaki tartışmanın sonucunu öğrenmek için bekleyenmiş.”

Önce büyük büyük düşündüm;
sonra büyük büyük yaşadım
ne varsa onlar aldı,
şimdi bana küçük bir ölüm kaldı.

Ölümün şairi,
Seni yaşatacağım inan
Yazdıklarımda, çizdiklerimde,
Şarkılarımda, sözlerimde.
Ruhun şâd olsun.

3 Temmuz 2009 Cuma

Hayatımız Sınav

Doğumundan yaklaşık 6 sene sonra - 3–4 yaşlarında hangi şeklin diğerlerinden farklı olduğunu bulmaları saymazsak - başlar maraton. Okulun ilk günü suluğunu, beslenme çantanı özenle taşır minik ellerin. O 2 kimi zamansa 3 kişilik sıralara ömrünün onlarla geçeceğinin vahşetinden bi’ haber oturursun. Annenden ayrılmak seni başlarda ağlatsa da, zamanla abaküslerin ve harflerin dünyasında kaybolur küçük bedenin.

İlkokulun ilk 3–4 senesi rahatsındır, sonra yavaş yavaş beynin yıkanmaya başlanır. Ömrünün en neşeli, masum yıllarının önce 4 sonra 5 şık arasında geçip gideceği günlerin yakın olduğu sinyalini aldığında, bundan kaçabilmenin de ne derece mümkün olduğunu anlamışsındır.

Sonra özel kurslarla, dershanelerle dolu bir yola sürüklenirsin. Ortaöğretim Kurumları Sınavı yaklaşmaktadır. ‘2+2’ lerin, ‘Ali ata bak.’ ların, ‘what is your name’ lerin yerini, senin kültürel dünyana ne kadar olumlu şeyler katacağı kuşkulu şeyler doldurmaya başlar. Çift çenekleri bitkilerin dalları, reostanın sürgülerine değin uzanır.
”Şu liseyi bir kazanayım, bir daha çalışan top.” diyerek motive edersin kendini, çalışırsın bir azimle. Çalışmanın getirisine göre zorluğu değişken sorularla dolu sınavı güç bela atlatırsın.

Ve puanının yettiği ölçüye uygun anahtarla, uygun kapıyı açarsın. Önünde karanlık, yeni bir yol vardır. Sanırsın ki karanlıkta da yürünür, yol düzdür. Lakin tam tersine, engebeleri görmekte güneş bile sana yetmeyecektir.

4 senelik bu yolda, bazen patikalarda debelenir, yol kenarlarında eğlenirsin. İlk sene pek ilerlemezsin, en büyük düşünü -çalışmamayı- gerçekleştirmeye uğraşırsın. Zaman daraldıkça gerçeklerin önündeki toz bulutu da kaybolmaya başlar. Yeniden yola koyulursun.
Dershaneler, kurslar sana yine kucak açar. Para vermeden, limiti olmayan ‘limitin, türevin’ dünyasında yürüyebilmek senin için en büyük hediyedir o sene. Etrafında koşuşturanları görürsün, annesi çok çalışmasından dolayı uyumadığından şikâyetçi olanları görüp şaşırır, sınavları yanlışsız yapanlardan ürker, arka sırada dedikodu yapanlara acırsın. Tüm duyguların, sınavla, derslerle ilgilidir. Bunda yanlış bir şey yoktur, duyguların hayatını anlamlandırandır, hayatınsa bunlar..

Devamı yaşanınca..

Apple Ceo'sunun Muhteşem Konuşması


Steve Jobs - Aç Kal Budala Kal

Siyah cübbenin altında kot pantalon ve sandaletleriyle Steve Jobs. Stanford Üniversitesi mezuniyet töreni. 12 Haziran 2005. Stanford Stadyumu; 4.662 mezun, 23.000 izleyici.
‘Bugün dünyanın en iyi üniversitelerinden birinin diploma töreninde sizlerle birlikte olmaktan onur duyuyorum. Ben üniversiteden hiç mezun olmadım. Doğruyu söylemek gerekirse, mezuniyete en yaklaştığım an da bu an!
Sizlere hayatımla ilgili üç hikaye anlatacağım. Hepsi bu. Büyütülecek birşey değil. Sadece üç hikaye.
İlki noktaları birleştirmekle ilgili.
İlk 6 aydan sonra Reed Üniversitesinde derslere girmeyi bıraktım, ancak gerçek anlamda okulu bırakana kadar bir 18 ay kadar daha okulda kaldım. Okulu neden bıraktım?
Olay ben doğmadan başlamıştı. Biyolojik annem genç, evlenmemiş bir üniversite mezunuydu ve beni evlatlık vermeye karar vermişti. Beni üniversite mezunu bir çiftin evlatlık almasını çok istiyordu, sonunda da bir avukat ve karısı tarafından alınmam için herşey hazırdı. Tek sorun, ben ortaya çıktıktan sonra, beni evlat edinecek çiftin esasında bir kız çocuğu istediklerini anlamış olmalarıydı. Bir gece yarısı, bekleme listesinde olan müstakbel aileme bir telefon geldi: ‘Elimizde beklenmedik bir erkek bebek var, onu istiyor musunuz?’. Onlar da ‘tabii ki’ diye yanıtladılar. Biyolojik annem, annemin üniversiteyi, babamın ise liseyi bile bitirmemiş olduğunu öğrendiğinde evlatlık verme işlemini tamamlayacak son kağıtları imzalamayı reddetti. Ancak birkaç ay sonra, ailemin beni üniversiteye yollayacaklarına dair söz verdikten sonra ikna oldu.
Ve 17 sene sonra üniversiteye başladım ama saf bir şekilde neredeyse Stanford kadar pahalı bir okul seçtim, ve emekçi ailemin bütün birikimleri benim okul parama gidiyordu. Altı ay sonra, buna değmeyeceğini farkettim. Hayatımla ilgili ne yapmam gerektiği konusunda hiçbir fikrim yoktu ve üniversitenin de bunu bulmam için bana nasıl fayda sağlayacağını çözememiştim. Ve orada durmuş ailemin hayat boyu biriktirdiği parayı harcıyordum.. Sonuçta okulu bırakmaya ve herşeyin yoluna gireceğine inanmaya karar verdim. O zaman çok korkutucu gelmişti ama geriye dönüp baktığımda hayatımda verdiğim en iyi kararlardan biri olduğunu görüyorum. Okulu bıraktığım an, zorunlu fakat gereksiz olan ve ilgimi çekmeyen tüm dersleri almama gerek kalmamıştı. Böylece sadece bana ilginç gözüken derslere girebilecektim.
Bu aslında hiç de romantik bir durum değildi. Yurt odam olmadığından arkadaşlarımın odalarında yerde yatıyor, kola şişelerinin 5 sentlik depozitolarıyla yemek alıyor, her pazar akşamı güzel bir yemek yemek için 7 mil uzaktaki Hare Krishna kilisesine gidiyordum. Çok güzeldi. Merakım ve sezgilerim sayesinde içine düştüğüm çoğu şey daha sonra benim için paha biçilmez deneyimlere dönüştü.
Bir örnek vereyim: O zamanlar Reed Üniversitesi muhtemelen ülkedeki en iyi kaligrafi dersini veriyordu. Kampüsteki her poster, çekmecelerdeki her etiket, çok güzel şekilde elle kaligre edilmişti. Okulu bırakmış olduğum ve zorunlu dersleri almak zorunda olmadığım için kaligrafi dersi alıp nasıl yapıldığını öğrenmeye karar verdim. Serif ve san serif yazı karakterleri, değişik harf kombinasyonları arasındaki boşluğu ayarlama ve harika bir tipografiyi harika yapanın ne olduğu hakkında çok şey öğrendim. Çok güzeldi; tarihsel ve sanatsal olarak o kadar inceydi ki bilim hiçbir şekilde bunu yakalayamazdı ve ben bunu muhteşem buldum. Bunların hayatımda pratik bir uygulama bulma olasılığı yoktu. Ama on sene sonra, ilk Macintosh’u tasarlarken, bir anda aklıma geliverdi. Bunların hepsini Mac’te kullandık. Mac güzel bir tipografiye sahip ilk bilgisayardı.
Eğer o derse hiç girmemiş olsaydım, Mac hiç çok yönlü yazı karakterlerine veya boşlukları doğru orantıda kullanan fontlara sahip olmayacaktı. Windows da Mac’ten kopyaladığına göre, hiçbir kişisel bilgisayarın bunlara sahip olmayacağı muhtemeldir. Okulu bırakmamış olsaydım, o kaligrafi dersine girmemiş olacaktım, ve kişisel bilgisayarlar şu an sahip oldukları o harika tipografiye sahip olamayabileceklerdi. Tabii ki üniversitedeyken noktaları ileriye bakarak birleştirmek imkansızdı. Fakat on sene sonra geriye dönüp baktığımda herşey çok ama çok berraktı.
Tekrar söylüyorum, noktaları ileriye bakarak birleştiremezsiniz; onları sadece geriye baktığınızda birleştirebilirsiniz. Noktaların gelecekte bir şekilde birleşeceğine inanmanız gerekiyor. Birşeye güvenmelisiniz - cesaretinize, kaderinize, hayata, karmaya, herhangi birşeye. Bu yaklaşım beni hiçbir zaman yolda bırakmadığı gibi hayatımı da bütünüyle değiştirdi.
İkinci hikayem sevgiyle ve kaybetmekle ilgili.
Hayatımın erken bir döneminde neyi sevdiğimi bulduğum için şanslıydım. Woz (Steve Wozniak) ve ben Apple’ı 20 yaşındayken ailemin garajında kurduk. Çok yoğun çalıştık, ve 10 sene sonra Apple garajdaki iki kişiden, 4000 çalışanı olan 2 milyar dolarlık bir şirkete dönüşmüştü. En nadide ürünümüz Macintosh’u piyasaya sürdüğümüzde ben 30 yaşına yeni basmıştım.
Ardından kovuldum.
Kendi kurduğunuz bir şirketten nasıl kovulabilirsiniz? Şöyle: Apple büyük bir şirket haline geldiği için biz de şirketi benimle birlikte yönetebilicek, yetenekli olduğuna inandığım birini işe aldık ve ilk sene işler iyi gitti. Fakat daha sonra, geleceğe yönelik görüşlerimiz farklılık göstermeye başladı ve bir noktada koptu. Bu noktada yönetim kurulumuz onun tarafında yer aldı. Sonuçta 30 yaşında dışarıda kalmıştım. Hem de herkesin gözü önünde. Hayatımın odak noktası olan şey bir anda yokolmuştu, bu büyük bir yıkımdı.
Birkaç ay ne yapacağımı bilemedim. Bir önceki girişimci nesli yüz üstü bırakmış, rütbe tam bana teslim edilirken onu elimden düşürmüş gibi hissetmiştim. Dave Packard ve Bob Noyce’dan bu başarısızlığım için özür diledim. Fazla göz önünde olan bir başarısızlık sembolü olmuştum ve vadiden kaçmayı bile düşündüm. Fakat içimde bir şeyler uyanmaya başladı, yaptığım işi hala sevdiğimi farkettim. Apple’da olanlar bunu en ufak şekilde değiştirememişti. Dışlanmıştım ama hala aşıktım. Ve yeniden başlamaya karar verdim.
O zaman farkına varmamıştım ama Apple’dan kovulmak başıma gelebilecek en iyi şey olmuştu. Başarılı olmanın ağırlığı yeniden başlamanın hafifliğiyle yer değiştirmişti, hiçbir şey hakkında eskisi kadar emin değildim. Hayatımın en yaratıcı dönemine girmek üzere özgürleşmiştim.
Sonraki beş sene NeXT adında bir şirket kurdum, Pixar adında başka bir şirket, ve eşim olacak inanılmaz kadına aşık olmuştum. Pixar’da dünyanın ilk bilgisayar animasyon filmi Toy Story’yi yarattık ve şu an dünyanın en başarılı animasyon stüdyosuyuz. İnanılmaz olaylar zincirinden sonra, Apple NeXT’i satın aldı, ben Apple’a döndüm ve Apple’ın yenilenmesinin kalbinde NeXT’te geliştirdiğimiz teknoloji yatıyor. Ve Laurence ile harika bir aile kurduk.
Apple’dan kovulmamış olsaydım bunların hiçbirinin olmayacağından son derece eminim. Tadı çok kötü bir ilaçtı, ama sanırım hastanın da buna ihtiyacı vardı.
Bazen hayat kafanıza bir tuğlayla vurur. Sakın inancınızı kaybetmeyin.
Devam etmeme sebep olan şeyin yaptığım işe olan aşkım olduğuna ikna olmuş durumdayım. Neyi sevdiğinizi bulmanız gerek. Ve bu aşklarınız için geçerli olduğu gibi işiniz için de geçerlidir. İşiniz hayatınızın büyük bir kısmını kaplayacak ve gerçek anlamda tatmin olmanın tek yolu harika bir iş olduğuna inandığınız şeyi yapmanızdır. Ve harika bir iş yapmanın tek yolu ise yaptığınızı sevmenizden geçer. Henüz bulamadıysanız, aramaya devam edin.
Durulmayın. Tüm gönül meseleleri gibi, onu bulduğunuz zaman anlayacaksınız. Ve her büyük ilişki gibi, seneler geçtikçe daha da güzelleşecek. Yani bulana kadar devam edin. Yılmayın.
Üçüncü hikayem ölüm hakkında.
On yedi yaşındayken, şöyle bir şey okumuştum:
‘Her gününü, hayatının son günüymüş gibi yaşarsan, günün birinde haklı çıkarsın.’
Bu cümle beni çok etkilemişti ve o günden bu yana, yani 33 yıldır, her sabah aynaya bakıp, kendi kendime hep şunu sordum: ‘Eğer bugün hayatının son günü olsaydı, bugün (normalde) yapacağın şeyleri yapmak ister miydim?’ Uzun süre art arda, ‘Hayır,’ yanıtını verdiğimde, bir şeyleri değiştirmem gerektiğini anladım.
İnsanın kısa süre içinde öleceğini bilmesi, yaşantısına damga vuracak kararlar vermesi açısından büyük önem taşır. Çünkü her şey, tüm dış beklentiler, gururlar, küçük düşme ya da başarısızlık korkuları - tüm bunlar ölüm karşısında değerlerini yitirir, yalnızca ölümdür önemli olan.
Kaybedecek bir şeyler olduğu (tuzak) düşünceyi yok etmenin en iyi yolu insanın öleceğini hatırlamasıdır. Zaten çıplak ve savunmasızsın. Yüreğinin sesini dinlememen için hiçbir neden yok.
Bir yıl kadan önce bana kanser teşhisi kondu. Sabah 7:30’da girdiğim ultrasonda pankreastaki tümör bariz bir şekilde görünüyordu. Bense pankreasın ne olduğunu bile bilmiyordum. Doktorlar bu tip bir kanserin tedavisinin neredeyse imkansız olduğunu ve üç ila altı aydan fazla yaşamayı beklemememi söylediler. Bu, çocuklarınıza ilerideki 10 yıl içinde söyleyeceklerinizi birkaç ay içinde söylemeye çalışmak demekti. Bu, aileniz rahatı için gerekli herşeyin kısa zamanda yapılması demekti. Bu veda etmek demekti.
Bütün gün o teşhisle yaşadım. Akşama doğru biyopsi yapıldı, boğazımdan bir endoskop soktular, mide ve bağırsaklarımdan geçerek bir iğneyle pankreasımdaki tümörden birkaç hücre aldılar. Ben narkozla uyutulmuştum, fakat eşimin söylediğine göre doktorlar alınan hücreleri mikroskobun altına koyduklarında sevinç çığlıkları attığını söyledi. Benim kanserim ameliyatla tedavi edilebilecek bir türdenmiş. Ameliyat oldum ve şimdi iyileştim.
Beni ölüme en çok yaklaştıran olay budur ve umarım uzun yıllar boyunca bir daha bu denli yaklaşmam. Bu deneyimi yaşamış biri olarak diyebilirim ki ölüm faydalı fakat sadece entelektüel bir kavramdır.
Hiç kimse ölmek istemez. Cennete gitmek isteyenler bile, oraya gitmek uğruna ölümü göze almak istemezler. Oysa ölüm hepimizin ortak sonu. Şimdiye dek hiç kimse ölümden kaçamamıştır. Bunun böyle de olması gerekir, çünkü ölüm hayatın en güzel icatlarından birisi. Hayat’ın değişim ajanı. Yenilere yer açmak için, eskilerden kurtulmanın tek çaresi. Şu an için yeni sizsiniz, ama günün birinde, üstelik pek yakında siz de eskiyecek ve aradan çıkarılacaksınız. Bu kadar acımasız olduğum için üzgünüm, ama gerçek bu.
Zamanınız kısıtlı, bu yüzden başkalarının hayatını yaşayarak onu harcamayın. Başkalarının düşüncelerinin sonuçlarıyla yaşama dogmasına takılıp kalmayın. Başka insanların fikirlerinin gürültüsünün kendi kalbinizin sesini duymanızı engellemesine izin vermeyin. Ve en önemlisi kalbinizin ve sezgilerinizin yolundan gidecek cesarete sahip olun. Kalbiniz ve sezgileriniz ne yapmak istediğinizi bilirler. Bunun dışındaki herşey ikinci planda.
Gençliğimde, bizim neslin kutsal dergilerinden biri sayılan, The Whole Earth Catalog adında inanılmaz bir yayın vardı. Menlo Park yakınlarında yaşayan Steward Brand adında biri tarafından şiirsel bir tarzla kaleme alınmıştı. Size anlattığım bu olay, 1960′lardan kalma, masa üstü bilgisayarlardan ve bilgisayar destekli yayınlardan önce, yani bu dergi daktilolar, makaslar ve polaroid kameraların yardımıyla yapılmıştı. Google ortaya çıkmadan 35 yıl önce, dergi formatında bir Google gibiydi: idealistti, anlaşılır bilgiler ve harika görüşlerle doluydu.
Stewart ve ekibi bunun birçok baskısını yayımladılar ve dergi miyadını doldurduğunda son bir baskı yaptılar. 1970′lerin ortalarıydı, o zamanlar sizin yaşlarınızdaydım. Son baskının arka kapağında, sabahın erken saatlerinde çekilmiş bir yol fotoğrafı vardı, hani her maceracının kendini otostop çekerken bulabileceği yollardan biri.
Fotoğrafın altında şu sözler yer alıyordu: ‘Aç Kalın, Budala Kalın (Stay Hungry. Stay Foolish).’ Aramızdan ayrılırken bize verdikleri veda mesajları buydu. Aç Kalın, Budala Kalın. Kendim için hep bunu diledim. Ve şimdi, sizin için de aynı dilekte bulunuyorum:
Aç Kalın, Budala Kalın.
Hepinize çok teşekkür ederim.’
Steve Jobs.